Sonbahar renklerini aramak için çıktığım yolculuk beni yüksek zirvelerle çevrili daracık bir vadiye kurulu Gümüşhane eteklerine kadar getirdi. Dağlara hayran biri olarak gördüğüm manzaralar, yıllardır ertelediğim bu ziyaret için adeta beni utandırmak istercesine gittikçe güzelleşiyordu. Gördüm ki, değerli madenleriyle bir zamanlar hazineler dolduran Gümüşhane’nin asıl hazinesi doğasında, tarihinde ve kültüründe yatıyormuş meğerse.
Harşit Çayı kenarına kurulan yeni Gümüşhane, modern bir şehir görünümünde ancak onu daha iyi tanımak için güzelim köylerine, tabiat parklarına, ilmek ilmek işlenen tezgahlarına uğramak gerekiyormuş. Burada geçirdiğim 4 dolu gün tüm ezberlerimi bozmaya yetti de arttı.
Gümüşhane, İran’ı Azerbaycan’ı Trabzon’a bağlayan ticaret yolları üzerinden olması nedeniyle medeniyetlerin ilgisini çekmiş, mücadelelere sahne olmuş. Onu asıl öne çıkaran şey altın, gümüş, bakır gibi madenlere sahip olmasıydı. Maden ocakları sayesinde Osmanlının gümüş ve bakır sikkelerin basıldığı Anadolu’daki tek şehri olmuş.
Fatih Sultan’ın fethiyle Osmanlı topraklarına katılan Gümüşhane, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yeniden yapılandırılmış. Ülke ve bölge ekonomisine katkı sağlayan Gümüşhane’ye o kadar değer verilmiş ki, madenlerin üretiminin azalmaması için kervanların Gümüşhane yakınlarından geçmesine izin verilmemiş, eşkıya yaklaştırılmamış.
Şehrin ilk kurulduğu yer Canca Kalesi civarı ama daha sonra Süleymaniye Mahallesi’ne sonra da bugünkü yerine taşınmış. Gümüşhane’yi bölen dağlar, coğrafyası kadar şehrin kültürel yapısını da etkilemiş. Merkezden Zigana’ya doğru uzanan taraflar Trabzon’a, Tekke’den Vavuk Dağı’na uzanan topraklar daha çok Erzurum, Erzincan, Bayburt’a benziyor.
Gümüşhane’de ilk durak Kelkit
Gezimi Doğu Ekspresi’yle Erzincan üzerinden planlamıştım. O yüzden ilk durağım yolumun üzerindeki Kelkit oldu. Kelkit’i gezerken duyduğumuz bölgeyle özdeşleşmiş dört şey var; Satala Antik Kenti, şeker fasulyesi, kete ve zilli kilim. Kelkit Çayı’nın bereket saçtığı bölge, bir zamanlar Satala’da Roma İmparatorluğu’nun en büyük karargahlarından birine ev sahipliği yapmış. Kentten geriye sadece su kemerleri ayakta kalmış ama yakın zamanda başlayan kazılarla kentin farklı bölümleri de ortaya çıkartılıyor. Kelkit’e özgü desenlerle dokunan “zilli kilimler” bir zamanlar her evde dokunurmuş. Şimdi Halk Eğitim Merkezi’nin katkılarıyla tekrar hayat bularak coğrafi işaret almış.
İkinci gün gezimiz şehrin yamaçlarındaki Süleymaniye Mahallesi ile başlıyor. Sadece konaklar bile eski günlerin görkemini size hissettirmeye yetiyor. Birçok konak elden geçirilince herkesin görmek istediği bir yere dönüşmüş. Konakların bahçelerinden cebimize doldurduğumuz elmalarla Kürtün’e doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz üzerindeki Kirazlık Barajı kıyıları ve köy manzaraları öyle güzel ki, benim o güne kadar ki tüm sonbahar rotalarımı alt üst ediyor.
Kürtün’e gitmek için en önemli sebebim Örümcek Ormanları’ydı. Tabiat parkı olan orman Avrupa ve Kafkaslardaki en yüksek ve çaplı göknar ve ladin ağaçlarını barındırıyor. Kayınların sarısı, derenin çağıltısı eşliğinde patikalar sizi Güvende Yaylası’na kadar götürüyor. Yol üzerindeki Çağlayandibi Şelalesi de görülmeye değer duraklardan.
Gümüşhane’de el sanatları birçok köyde yaşatılmaya devam ediyor ve ailelerin geçim kaynaklarından biri şu an. Bunlardan biri Kürtün köylerinde denk geldiğimiz zil ustalarıydı. Bölge aynı zamanda külek (yayık), gudu (güveç) ustalarıyla ünlü. Günü sonlandırmak için ünlü Araköy’e uğruyoruz. “Ekmek kokulu köy” olarak ünlenen köyde neredeyse her evde ekmek pişiriliyor. Lezzetinin nereden geldiğini sorduğumuz Ersoy Usta, bu farklı lezzetin unundan değil havasından suyundan geldiğini söylüyor bize.
Üçüncü gün Torul Kalesi Cam Terası’nda şehri yükseklerden izleyerek başlıyor. Rüzgarı arkamıza alıp vakit kaybetmeden Gümüşhane’yi Trabzon’a bağlayan tarihi yolda ilerlemeye başlıyoruz. Birbirini izleyen virajlar yolumuzu yavaşlatsa da göz alabildiğince uzanan yeşilliği izlemek için harika bir fırsat yaratıyor bize. 2050 metredeki Zigana Geçidi’nin donduran soğuğuna ulaştığımızda bir yanımız Zigana Kayak Merkezi, biraz ötesimiz Trabzon il sınırı.
Sonraki durağımız şirin ve bol oksijenli Limni Gölü. Konaklama imkânı olan tesiste kısa bir yemek molasından sonra yolumuzu kesen sisle kendimizi beyazlar içinde buluyoruz. Yılın ilk karını görme heyecanıyla araçtan iniyoruz ama dondurucu rüzgâr bize dur, diyor. Yayla evleri arasından ilerleyerek günün en heyecanlı durağına ulaşıyoruz.
Masalsı bir ortam
Karaca Mağarası’nın girişi göz alabildiğince uzanan rengarenk manzarasıyla bizi öyle etkiliyor ki, içerde bizi neyi beklediğini unutuyoruz. Girişi geçtiğimizdeyse kendimizi bulduğumuz karanlık bir anda insanı masalsı bir yere ışınlıyor. Sarkıtlar, dikitler, sütunlar ve desenlerle süslü duvarlarıyla Karaca Mağarası, gördüğüm en güzel mağaralardan biri… 150 metre uzunluğundaki mağarayı ahşap platform ve merdivenler sayesinde detaylıca gezebiliyorsunuz.
Sonrasında kendimizi yukarıdan gördüğümüz manzaranı içinde buluyoruz. Yarı dökülmüş yapraklarıyla Krom Vadisi’nin önce derinliklerine iniyor sonra yükseklerine çıkmaya başlıyoruz. Yolumuzun üzerinden harika köyler, kısmen ayakta kalmış kiliseler, taş köprüler geçiyor. Bölge eski bir Rum yerleşkesi olduğundan taş mimarinin en güzel örnekleri burada, özellikle Yağlıdere Köyü…
Her dönemeçte durmak, güzelliği sindirmek istiyoruz ancak yolumuz uzun… İmera Kilisesi son dönemde restore edildiğinden gördüğümüz diğer kiliselere göre çok iyi durumda. Keşke vakit olsa bahçede doya doya oturabilseydik ama çay molamızı İmera Köyü’nde harika bir taş evde veriyoruz. Kuymağın yanındaki ev yapımı peynir, reçellerden ayrıldığımıza üzülsek de tesellimiz ev sahibimizin hediyesi bir torba kuru fasulye oluyor.
Son gün, daha gün ışımadan yollara düşüyoruz. Karadeniz’in en ulaşılmaz noktalarından birine konumlanan Santa Harabeleri’nin büyüleyici atmosferinde karşılıyoruz ilk ışıkları. Bir zamanların kültürel, ticari merkezlerinden olan bölge Yanbolu Vadisi’nin iki yamacına kurulmuş 7 mahalleden oluşuyor. Gösterişli kiliseler, etkileyici taş evler ve çeşmeler sizi zamanda yolculuğa çıkarıyor adeta.
Zaman darlığından ertelemeyi düşündüğümüz Sarıçiçek Köy Odaları, görmesek çok şey eksik kalacakmış dedirtecek güzellikteydi. Nakış gibi işlenmiş birbirinden ayrı iki oda, ahşap ustalığının dikkat çekici örneklerinden. 1873 yılında Hacı Ömer Ağa tarafından yaptırılmış odalar, Anadolu’daki köy odaları geleneğinin bir örneği. Gelen misafirleri ağırlamak için kullanılır, buralarda sohbetler edilirmiş.
Güzel yerler görüp güzel insanlar tanıdığımız Gümüşhane artık benim en güzel sonbahar rotalarımın ilk sıralarında olacak.
Gümüşhane ile ilgili daha detaylı bilgi almak isterseniz GÜMÜŞHANE GEZİLECEK YERLER yazıma da göz atmanızı öneririm.
Daha fazla fotoğraf ve güncel gezileri kaçırmamak için instagram sayfamı takip etmeyi unutmayın: Figen Kokol
Not: Bu yazı Hürriyet Seyahat‘in 1 Ocak 2022 sayısında yayınlanmıştır.
Yorumlar kapandı...